Tekâsür Sûresi Üzerine Bazı Mülahazalar
Dr. Öğr Üyesi Metin Çetin 2024-11-05
Özet
Tekâsür sûresi, erken dönem Mekkî sûrelerden olup adını çokluk tutkusu anlamına gelen kelimeden almakta ve 8 âyetten oluşmaktadır. Sûrenin, sayısal ve ticari gücü kullanarak üstünlüklerini belirtmek için gayret gösteren Mekke’deki iki kabile, Ensâr’dan iki kabile veya Yahudiler hakkında indiğine dair rivâyetler bulunmaktadır. Çalışma yapılırken sûrede anahtar kavram görevi gören kelimeler, alanda yetkin sözlüklerden taranmış ve olası anlamlar ortaya çıkarılmıştır. Daha sonra ise sûrenin temel konuları tespit edilerek ve Kur’ân’ın temel hedefleri dikkate alınarak, tefsir kültürü bağlamında, günümüz dünyası ile ilişkilendirilerek işlenmiştir. Tekâsür çeşitleri, doğru bilginin kaynakları, kabir azabı ve nimetlerden hesaba çekilme konularının sûrede tartışıldığı görülmektedir. Kur’ân’ın genel olarak dünya hayatının süsü veya geçimliği olarak ifade ettiği evlat, makam, mal ve servetin asıl hedef yapılmaması gerektiğine vurgu yapan sûre, insanın çeşitli alanlardaki çokluk tutkusuna dikkat çekmektedir. Sûreye göre insanın sayısal ve ekonomik çokluk tutkusu, onu asıl görevinden uzaklaştırmış ve sonunda helak olmasına sebebiyet vermiştir. Bireylerin ve toplumların sayısal ve ekonomik çoğalma isteklerinin birçok savaşın sebebi olduğu düşünüldüğünde bu uyarı ve neticenin ne kadar yerinde olduğu görülmüş olmaktadır. Sûre, verilen güçlü mesajın kavranılması için kesin ve doğru bilginin kaynaklarından kabul edilen “ilme’l-yakîn” ve “ayne’l-yakîn” derecelerini kullanmaktadır. Sûrede müfessirlerin üzerinde durduğu bir konu ise kabir azabına delalet ettiği belirtilen 3. âyetteki “Hayır; ileride bileceksiniz!” ifadeleridir. Bazı müfessirler bu ifadeleri kabir azabı için bir delil kabul ederken bazıları da kabul etmemektedir. Son olarak sûre, insanın sayısal ve ekonomik bakımdan çokluk tutkusuna kapılmasına neden olan bütün nimetlerden sorguya çekileceğini, şu anda istifade ettiği nimetlerin, ahiret hayatında Cehenneme gitmesine sebep olabileceğini bildirmekte, bu husussu dikkate alarak hareket etmesini istemektedir.
Giriş
Kur’ân’ın verdiği mesajların daha iyi anlaşılması için sûreler bağlamında birçok çalışma yapıldığı bilinmektedir. Tespit edebildiğimiz kadarı ile Tekâsür sûresi ile ilgili bir yüksek lisans çalışması yapılmış olup bu çalışmada sûre bağlamında kabir ziyareti konusu tartışılmıştır. Bu çalışmada ise sûre, Kur’ân’ın genel konuları ve temel hedefleri doğrultusunda bir değerlendirmeye tabi tutulmuştur. Tekâsür sûresinin içerdiği konularla sınırlandırılan bu çalışmada öncelikle sûre hakkında kısa bir bilgi verilmiş, nüzul sebepleri ve tefsire etkisi açısından kıraat vecihleri incelenmiştir. Daha sonra sûrenin anahtar kavramları tespit edilmiş ve çeşitli lügat kitaplarında bu kavramların ifade ettikleri anlamlar üzerinde durulmuştur. Sûrede tespit edilen konular, çeşitli tefsirler bağlamında günümüz dünyası ile de ilişki kurularak işlenmiştir. Böylece sûrenin verdiği mesajlar Kur’ân’ın temel konuları da göz önünde bulundurularak detaylandırılmıştır. Genel kabule göre Kur’ân’ın temel konuları tevhid, nübüvvet, adalet ve ahirettir. Bu açıdan her bir sûre bu temel amaçlara hizmet etmekte, bu temel ilkeleri desteklemektedir. Tekâsür sûresine bakıldığında ise bu ilkelerin hepsinin bir arada zikredildiği görülmektedir. Sûrede kullanılan kelime ve kavramlar ile verilen mesajlara bakıldığında tevhid inancının çok kuvvetli bir şekilde vurgulandığı görülmektedir. Bu açıdan insanların sadece Allah’a iman etmeleri, O’nu razı etmeleri ve emirleri doğrultusunda yaşamaları gibi önemli sorumlulukları hatırlatılmakta; onları bu yüce hedeften uzaklaştıran her şeyin bir oyun ve eğlenceden ibaret olduğu vurgulanmaktadır. Özellikle insanların bütün nimetlerden Yüce Allah tarafından hesaba çekileceği mesajı, tevhid ilkesinin baskın bir şekilde vurgulanmasıdır. Bu vurgu ile “Sizin ve sahip olduklarınızın tek Rabbi benim.” düşüncesi verilmekte şirke açılan bütün kapılar kapatılmaktadır. Nübüvvet açısından ele alındığında Hz. Peygamber’in ve ona verilen Kur’ân mesajlarının dinlenilmesi gerektiği üzerinde durulmakta; dünya ve ahiret saadetinin temini ve hayatın idamesi hususunda verilen mal, servet, makam ve evlat gibi imkânların yerli yerince kullanılması istenmekte; dünya metaına bağlanılmaması ve asıl vazifenin unutulmaması salık verilmektedir. Ayrıca “Yakında kesin bir bilgi ile bileceksiniz.”, “İster istemez göreceksiniz ve bütün nimetlerden sorguya çekileceksiniz.” gibi net ifadeler ile ahiret hayatına dikkat çekildiği görülmektedir. Adalet açısından bakıldığında ise sadece sayısal ve ekonomik değeri olan varlıkların, yaratılış amacına hizmet etmediği sürece, Allah katında bir değeri olmadığı ve insanın mutluluğuna vesile olamayacağı dile getirilmektedir. Bu açıdan insanın uyanık olması, en önemli görevi olan kulluk görevini yerine getirirken vazifesini bihakkın yerine getirmesi istenmekte; aksi takdirde büyük bir pişmanlıkla karşılaşacağı bildirilmektedir. Bundan dolayı mal, evlat, servet, makam vb. şeyler ile böbürlenmenin, kibirlenmenin ve üstünlük yarışına girmenin faydasının olmadığı zira bir gün bu imkânların hepsinden ayrılacağı, onları terk edeceği, çoğaltma tutkusu ve övünmenin olmadığı mezar gibi dar bir yere gireceği hatırlatılmaktadır. Netice itibari ile Tekâsür sûresi çokluk üzerinden bir medeniyet yaratma projesini eleştirmekte, insanların rablerine karşı sorumluluklarını hatırlatmakta ve insanların mal ve servet ile olan ilişkisini düzenlemektedir. Ayrıca tevhid düşüncesine hizmet etmeyen sayısal çokluğa, ticari kazançlara veya mala takılan, kendini müstağni gören bundan dolayı hak yoldan sapan insanları uyarmaktadır.
1. Sûrenin Nüzul Sebebi, Sûredeki Kavramlar ve Kıraatler
Mushaf’ta 102. sırada bulunan Tekâsür sûresinin üslup ve içerik açısından Mekkî olduğu hususunda genel bir görüş bulunmaktadır. Sûrenin Makbera ve Elhâküm adında farklı isimlerinin de olduğu tefsir kitaplarında belirtilmektedir. Âyet sayısı sekiz olup Kur’ân sûreleri iniş tertibinde Kevser ile Mâun sûreleri arasında 16. sırada yer almaktadır. Bu bakımdan nübüvvetin 2. yılında inmiş olması yüksek bir olasılık olarak görülmektedir. Sûrenin âyet sayısında bir ihtilaf bulunmamakla beraber nüzul yeri açısından Sûrenin Medenî olduğuna dair bazı rivâyetler de bulunmaktadır. Sûrenin yöntem, muhteva, ilk muhatap kitlesi ve nüzul sebebi açısından değerlendirildiğinde Mekkî bir sûre olmasının kuvvetle muhtemel olduğu ifade edilebilir.
1.1. Nüzul Sebebi
Tefsir kitaplarında Tekâsür sûresinin genel olarak Kureyş kabilesine mensup Abdimenâfoğulları ve Sehmoğulları hakkında nazil olduğu belirtilmektedir. Zira bu iki kabile eskiden beri çokluk yarışı yapmaktaydılar. Her iki kabile birbirlerine karşı kendilerinin sayıca daha fazla, dolayısıyla daha üstün olduğunu iddia etmekte; nüfus ve kalabalığı bir hak ve güç ölçütü olarak değerlendirmekte idi. Bu iddia üzerine yapılan nüfus sayımında Abdimenâfoğulları sayıca daha fazla çıkınca Sehmoğulları sonuca itiraz etmiş, kabirlerde olanlarında sayılması gerektiğini belirtmiştir. Kabileler mezarlığa gitmiş ve daha önce kendi kabilelerinden olup da ölen kişileri de saymışlardır. Yapılan bu sayımda ise Sehmoğulları üç ev daha fazla çıkmıştır. İşte kazananı olmayan, hikmetten vareste, anlamsız yarışın yanlışlığını vurgulamak ve hakikati bildirmek üzere bu sûrenin nazil olduğu ifade edilmektedir. Çokluk yarışını cahiliyenin bir kalıntısı olarak değerlendiren Sehmoğulları “Cahiliyedeki azgınlığımız bizi helak etti” demek suretiyle pişmanlıklarını ifade etmişlerdir. Sûrenin aralarında rekabet bulunan bazı Yahudiler hakkında indiği de ifade edilmiştir. Ayrıca Ensar’dan Haris ve Hariseoğulları arasında meydana gelen karşılıklı övünme ve çokluk yarışından dolayı nazil olduğu da belirtilmiştir. İmam Mâturîdî (öl. 333/944)’ye göre âyetler, atalarını körü körüne takip eden Mekke müşriklerine hitap etmekte, onların yanlış inançlar ve dalalet üzere öldüklerini dolayısıyla onları takip etmenin yanlışlığını ortaya koymaktadır. Kur’ân’ın, müşriklerin atalarının inançlarını mazeret göstermek suretiyle Allah’ın dinini kabul etmediklerini belirten Mâturîdî, Yüce Allah’ın bu sûre ile sanki onları atalarından dolayı ayıpladığını, onlara uyup peşlerinden gidenleri yerdiğini ve onları takip etmelerini yasakladığını düşünmektedir. Zira onlar hikmete muhalif işler yapmaktaydılar ve öylece ölüp gitmişlerdi. Bundan dolayı sûre, şirk inancı üzere ölen müşriklere tabi olunmamasını salık vermekte; kendilerine hidayeti getiren Hz. Peygamber’e uyulması gerektiğini bildirmektedir. Tefsir kitaplarında, sûrenin nüzul sebepleri olarak yer alan anlatımlar sahih hadis kitaplarında yer almamaktadır. Bundan dolayı sûrenin nüzul sebeplerinden bağımsız olarak, genel uyarı amacı ile nazil olduğu düşüncesinin daha doğru olduğu düşünülmektedir. Zira yukarıda ifade edilen son iki rivâyet sûrenin Medenî olmasını gerektirmektedir. Fakat sûrede kullanılan üslup ve içerik buna izin vermemektedir. Ayrıca erken dönemde Abdimenâfoğulları ve Sehmoğulları’nın böyle bir hadise yaşadığı da malum değildir. Sûrenin vermek istediği mesajları daha iyi kavrayabilmek için cahiliye dönemine kısa bir bakış atmanın faydalı olacağı düşünülmektedir. Cahiliye dönemi Mekke’sinde, manevi değerlerden yoksun olan kabileler, birbirlerine karşı üstünlük iddialarını sözlü ve yazılı edebi şiirler ile ispat etmeye çalışıyorlardı. Sahip oldukları ticari kazanımları ve nüfus fazlalığını da üstünlük sebebi olarak sayıyorlardı. Zengin olanlar müreffeh bir hayat yaşarken, ekonomik ve sayısal açıdan düşük olanlar ya köle olarak veya ağır işler tutarak hayatta kalmaya çalışıyorlardı. Bazı kabileler güçlerini göstermek, daha iyi ve üstün bir kabile olduklarını ispatlamak için mezarlıklardaki ölüleri de hanelerine artı puan olarak ekliyorlardı. Böylece sayısal ve ekonomik çokluk tutkusu onları yaratılış amaçlarından uzaklaştırıyordu. Öyle ki ancak ölüm onların bu tutkusuna son verebiliyordu. Özellikle erkek çocuklarının varlığı onlar için ayrı bir övünç kaynağıydı. Kız çocuklarını utanç sebebi sayanlar onları diri diri toprağa gömmekten çekinmiyorlardı. Aslında cahiliye devrinin temel özelliğinin sadece bilgisizlik olmadığı, zorbalık, zulüm, çapulculuk, çocukları öldürmek ve kız çocuklarını toprağa gömmek, güç ve kuvvet kullanmak, zina etmek olduğu bilinen bir husustur. Cahiliye Araplarının kötü özellikleri olduğu gibi iyi özellikleri de bulunmaktaydı. Onların kötü özellikleri şirk, putperestlik, kabile asabiyeti, zulüm, haksızlık, adil olmamak, sulh ve nizamdan yoksunluk, insan haklarının çiğnenmesi, insanların soylarından dolayı ayıplanması, vahşiyane hareketler, kan davası, haksızlığa yol açan ribâ, içki, kumar vb. gibi davranışlardır. İyi özellikleri ise bağımsızlık ve özgürlüğe düşkünlük, yiğitlik, kavgada cesaret, felaket anında sabır, zayıfı korumak, güçlüğe karşı koymak, cömertlik, ahde vefa, misafirperverlik, kendilerine sığınanları himaye etmek ve kanaatkârlıktır. İnsanoğlunun kendisi pozitif bir değer üretemeyince, geçmişte yaşamış, çeşitli alanlarda başarılar kazanmış ve kahramanlıklar göstermiş, bilgisi ile temayüz etmiş olan figürler üzerinden övünme ve çokluk yarışına mecbur kalmıştır. Bu anlamda kendilerinde daha çok saygıdeğer kişi ve üstün nitelikli insan olduğunu ileri sürerek karşı tarafa galip gelmeye çalışmışlardır. Hâlbuki Yüce Allah ise bireysel ve toplumsal niteliğe yani kaliteye önem verdiğini bildirmektedir. Bundan dolayı sahip olunan evlat, mal ve servetin övünülecek hususlar olmadığı görülmektedir. Zira evlat, mal ve servetin varoluşunda insanın bir dahli bulunmamakta, bunlar insanlara Allah’ın bir lütfu olarak verilmektedir.
1.2. Kavram ve Bağlam Analizi
Sûrenin ilk âyetinde yer alan ve anahtar kavram mahiyetinde olan “ أ َ ل kelimesi) Elhâ ” (اَھ ْ “ ھلَ وَ َ) “ Leheve) sözcüğünden türemiş olup sözlük olarak meşgul etmek, oyun oynamak, görevini unutturmak, terk etmek, baştan çıkarmak, oyalamak, tutkuyla bağlanmak, gaflete dalmak, dikkat çekmek, güzelliği istemede mübalağa etmek ve eğlenmek gibi anlamlara gelmektedir. Lehv kelimesi ve türevleri Kur’ân da 14 yerde geçmektedir. Meşhur şair İmruülkays (öl. 540 ?) bu kelimeyi bir beytinde meşgul olmak, oyalamak ve terk etmek َأ . ٍ ُ ْر ِضع ُ وم ْت ق َ فِمثِل ِك ُحْبلى قد َطر , :kullanmıştır anlamında َف ل hamile gibi Senin “ُم ْح ِو ِل َ َمائم َن ِذي ت ُھا ع ْیت َھ ْ ve emzikli kadınların kapısını çalmışım. Derken onları nazar boncuklu yavrularından ayırarak eğlendirmişim.” Bu kelimeden türeyen “ُ ة الل ُّ ھوْ َ) “ Lühve) kelimesi ise öğütülmesi için danelerin değirmen taşına konulması demektir ki bu anlamda değirmen taşı nasıl ki daneleri öğüterek, parçalayıp ufaltıyorsa çokluk tutkusu ve övünme de insanın hayatını öğütür ve yok eder denilebilir. Ayrıca mecazen bu kelimeden türeyen “ الل ُّ ھىَ) “ el-Lühâ) ise en cömert ve en güzel hediye anlamında kullanılmaktadır. Yine bu kelimeden türeyen ve çeşitli âyetlerde geçen “ ھلَ وْ َ) “ Lehv) kelimesinin kadın ve çocuk anlamında kullanıldığı da belirtilmektedir. Aslı itibari ile lehv, hikmetten vareste şeyler ile nefsini eğlendirmek ve rahatlatmaya çalışmaktır. Ayrıca insanın kendisinden belli bir süre lezzet aldığı, sonra yok olan veya insanın kendisini ilgilendirmeyen şey ile meşgul olması demektir. Yine hedef gözetmeksizin, bir şeyin iyi veya kötü olduğuna bakmaksızın bir şeyle meşgul olup vakit geçirmek de lehv olarak değerlendirilmektedir. Böylece bu tanımlardan görüldüğü gibi verilen mesajın kavranması için son derece geniş anlamlı, efradını cami ağyarını mâni bir kelime seçilmiştir. Sûrenin anahtar kavramlarından biri de الت رُ كاثَ َّ ُ) et-Tekâsür) kelimesidir. Bu ise “ كثَ رُ َ ” (Kesüra) kökünden türeyen bir kelime olup çoklukta çekişip, bunu övünme konusu yapma ve birilerinin “Biz daha fazlayız!”, diğerlerinin de “(Hayır!) Biz daha fazlayız!” demesi gibi bir anlamı ifade etmektedir. Yine Tekâsür insanların mal, makam ve şan-şöhret çokluğu ile övünmeleri ve gösteriş yapmaları demektir. Terkip olarak أ َ ل ُر الت ُ ا ُكم َھ ْ كاثَ َّ ُ ibaresi “Sizin önemli ve gerekli olan şeyleri bırakıp gereksiz işler ile meşgul olmanız sizi hakikatleri görmekten alıkoydu” demektir. İbn Abbâs’ın,“ أ َ ل أ ”kelimesini ”ُ ا ُكم َھ ْ َ أ َ ل ْ ھَ كمُ ا ْ “ şeklinde soru formunda kıraat ettiği ifade edilmektedir ki buna göre anlam “Çoğaltma tutkusu mu sizi alıkoydu?” demektir. Sûrede ifade ettiği anlamın önemine binaen üç defa tekrar edilen “كلاَ َّ) “ Kellâ) edatı bir şeyi nefyedip yerine başka bir şeyi ikame etmek demektir. Bu açıdan “كلاَ َّ “ edatı Arapçada kendisinden önce geçen cümlenin ifade ettiği düşüncenin doğru olmadığını sert bir şekilde belirtmek için kullanılır ki bu sûrede bu anlamda kullanıldığı görülmektedir. Kur’ân’da “كلاَ َّ “ edatı kere kez geçmekte ve sadece Mekkî sûrelerde yer almaktadır. Bu sûredeki âyetlerde geçen “كلاَ َّ“ edatı “Hayır, aksine, olay sizin düşündüğünüz ve bildiğiniz gibi değildir.” Deyip onların düşüncelerinin yanlışlığını ortaya koyduktan sonra “olayın doğrusu şu şekildedir” deyip hakikati açıklamaktadır. Bu açıdan bakıldığında bu âyetlerin kişinin, dini değerleri umursamadan, sadece dünya kaygısı ile yaşaması ve dünyayı tek hedef haline getirmesinin doğru olmadığını vurguladığı görülmektedir. Yine sıla görevi gören “كلاَ َّ “ edatı âyetlerin öncesi ve sorası ile de ilişkisi bulunmaktadır. Bu açıdan bakıldığında “كلاَ َّ “ edatının öncesi ile mana açısından şöyle bir ilişkisi vardır: “Sizin sandığınız gibi, hakiki mutluluk sayı, mal ve evlat çokluğuna bağlı değildir.” Sonrası ile ilişkisi ise “Yemin olsun ki düşündüğünüz ve sandığınız gibi olmadığını bilerek, görerek ve bizzat içselleştirerek gerçekten bileceksiniz.” şeklinde yemin manasındadır. Bağlam açısından bakıldığında, Mushaf’ta Tekâsür sûresinden bir önceki sûre olan Kâria sûresi’nde kıyametin kopacağından, insanların dehşetle savrulacağından ve dağların renkli yünler gibi etrafa dağılacağından bahsedilmekte sonra da söz insanların amellerine getirilip amellerin kıymetleri takdir edilmektedir. Tekâsür sûresinde ise insanı hayırlı amellerden uzaklaştıran ve tartıların ağır gelmesine engel olan mal ve serveti çoğaltma tutkusundan bahsedilmektedir. Nüzul sırasına göre bir önceki sûrenin ismi olan Kevser ise çok hayır ve iyilik istemek demektir. Buna göre Kur’ân mal ve servete karşı olmadığını, insanın mal ve servet çoğaltma tutkusuna karşı olduğunu zira bunun kendisini asli görevinden uzaklaştırıp cehennemlik yaptığını bildirmektedir.
1.3. Kıraat Vecihleri
Tekâsür sûresindeki kelimeler üzerinde kıraat açısından fazla bir ihtilaf bulunmamaktadır. Sadece sûrenin 6 ve 7. âyetlerinde yer alan ve “Mutlaka göreceksiniz” anlamına gelen “ ل َ رَت ونُ َ َّ “ kelimesinin kıraatinde ihtilaf bulunmaktadır. Bu kelimeyi kıraat imamlarından İbn Âmir (öl. 118/736) ve Kisâî (öl. 189/805) 6. âyette “ ل ُر َ “Tâ “şeklinde ” َّ َ ُون ت harfini dammeli olarak kıraat etmişlerdir ki buna göre anlam “O cehennem, sizlere gösterilecek siz de onu göreceksiniz” demek olup fail değişmekte ve meçhul olmaktadır. 7. ل ” âyetteki َ رَت ونُ َ َّ “ kelimesini ise diğer kıraat imamları gibi fetha olarak kıraat etmişlerdir. Diğer kıraat imamları ise her iki kelimeyi “Tâ” harfini fetha olarak kıraat etmişlerdir. Bu ihtilafta çoğunluğun görüşü şu sebeplerden tercih edilmiştir: “ ل olarak fetha kelimesi ” َّ َ ُون تَر َ okunduğunda tağlîz ifade etmektedir bu açıdan ifade ettiği manayı koruyabilmesi için bu lafzın değiştirilmemesi gerekmektedir. Ayrıca “Sizler cehennemi göreceksiniz” ifadesi, “Sizler cehennem azabını göreceksiniz” manasınadır. Zira “Hepiniz mutlaka oradan geçeceksiniz” âyetinin delaletiyle bildirildiği gibi mü'minler de cehennemi göreceklerdir. Bundan dolayı tehdit bizzat cehennemin görülmesinde değil, cehennemdeki azabının görülmesindedir. Bu da fethalı kıraatin, dammeli kıraattan manaca daha beliğ olduğuna delalet eder. Ayrıca “Cehennemi mutlaka göreceksiniz” âyetinin “Allah’ın âyetlerini ve delillerini düşünseydiniz dünyada mutlaka cehennemi görürdünüz” anlamına geldiği de belirtilmiştir ki bu aynı zamanda insanın yaptığı kötü söylem ve eylemlerinin neticesini dünyada da göreceği anlamına gelmektedir.
2. Tekâsür Çeşitleri
Kur’ân çeşitli âyetlerde Güneş’in, Ay’ın, yıldızların, bulutların, yağmurun, toprağın, denizin, hayvanların, gece ile gündüzün, yeryüzü ile gökyüzünün kısacası had ve hesaba gelmeyen bütün nimetlerin insan için yaratıldığını bildirmiştir. Yüce Allah verdiği bu sonsuz nimetlerin karşılığında kullarından kendisini tanımalarını, iman edip ibadet etmelerini, iyi ahlak sahibi olup şükretmelerini istemiştir. Onların şımarmalarına ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarıp nankörlük etmelerine de rızasının olmadığını belirtmiştir. “Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda karşılıklı bir övünme, çok mal ve evlat sahibi olma yarışından ibarettir. (Nihâyet hepsi yok olur gider). Tıpkı şöyle: Bir yağmur ki, bitirdiği bitki çiftçilerin hoşuna gider. Sonra kurumaya yüz tutar da sen onu sararmış olarak görürsün. Sonra da çer çöp olur. Ahirette ise (dünyadaki amele göre ya) çetin bir azap ve(ya) Allah’ın mağfiret ve rızası vardır. Dünya hayatı, aldanış metaından başka bir şey değildir.” “Mallar ve evlatlar, dünya hayatının süsüdür. Baki kalacak salih ameller ise, Rabbinin katında, sevap olarak da ümit olarak da daha hayırlıdır” âyetleri dünya hayatının gerçek mahiyetini bütün açıklığı ile insanoğlunun dikkatine sunmuştur. Bu âyetlerde dünya hayatının süsü olan oyun, eğlence, mal, servet, kibir ve çoklukla övünme gibi hasletlerden uzak durulması istenmekte; bunların bir gün sona ereceği ifade edilerek, hiç bitmeyecek olana yani ahiret hayatına çalışılması gerektiği üzerinde durulmaktadır. Aslında Kur’ân, kişiyi Allah’ı anmaktan ve O’na kulluk etmekten alıkoymayan mal ve servete karşı olmadığını ifade etmiştir. Kur’ân kişinin Allah’ı bırakıp dünya süsü olarak verilenlere, hiç ölmeyecekmiş gibi tutku ile bağlanmasına ve bu tutkunun huzursuzluğa ve bozgunculuğa neden olmasına karşıdır. Bu anlamda sûrede ifade edilen “tekâsür” genel anlamda insanın dünya ve ahiret hayatına faydası olmayan, insanı önemsiz işlerle meşgul eden ve asıl önemli vazifesini unutturan sayısal ve ekonomik çokluk tutkusuna mağlup olmasıdır. “Tekâsür” tefsirlerde genel olarak sayısal çokluk ve ekonomik çokluk olmak üzere iki şekilde tezahür etmektedir.
2.1. Sayısal Çokluk
Kişinin evlatları, ailesi, kabilesi ve yaşadığı toplumdaki nüfusun çokluğu ile övünmesi sayısal çokluk olarak ifade edilebilir. Kur’ân ise salt nicel çokluğu yermiş, salt sayısal çokluğa güvenmenin yanlışlığını vurgulamıştır. Nitekim Huneyn günü sayısal çoklukla övünenlerin yerilmesi ve uyarılması bunu göstermektedir. Yine Kur’ân sayısal çoğunluğun hakikati temsil edemeyeceğini “Eğer yeryüzündekilerin çoğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna uyuyorlar ve onlar sadece yalan uyduruyorlar” âyetinde açık bir şekilde ifade etmektedir. “Sen ne kadar üstüne düşsen de insanların çoğu asla iman edecek değildir. âyeti ise hakkın sayısal çoklukta olmadığına delalet etmektedir. Ayrıca çoğunluğun araştırmadan, işin künhüne varmadan, doğruyu yanlışı ayırt etmeden yalan, zan, vehim ve kuruntunun peşinden gittiğini “Onların çoğu ancak zannın ardından gider. Oysa zan, hak namına hiçbir şeyin yerini tutmaz. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarını hakkıyla bilendir” âyeti dile getirmektedir. Yine Kur’ân, kendilerine peygamber gönderilen şımarık zenginlerin “Bizim mallarımız ve çocuklarımız daha çoktur. Bize azap edilmeyecektir” dediklerini ama bunun onlara fayda vermediğini ifade etmektedir. Ayrıca peygamberlere iman etmeyen ve onların karşısında yer alan sayısal çoğunluğun o kavimleri helakten kurtaramadığını nazara vererek sayısal çokluğun haklılık kriteri olmadığı güçlü bir şekilde vurgulanmıştır. Yine kıyamet günü insanların diriltilip Allah’ın huzuruna yalnız varacakları ve yalnız hesap verecekleri ifade edilerek kıyamet gününde çokluğa güvenmenin fayda sağlamayacağı ifade edilmiştir. Günümüze baktığımızda sayısal çokluğun toplum içinde konumunu giderek güçlendirdiği, haklı olmanın bir ölçütü olarak kabul edildiği görülmektedir. Bu anlamda siyasi partiler, dernekler, sendikalar, vakıflar vb. kuruluşların aldıkları oy oranında söz sahibi olmaları bütün güç ve imkânları kullanma yetilerini elde etmeleri bunu göstermektedir. Ayrıca bireysel olarak da taraftar ve takipçilerinin çokluğunu ileri sürmek de bir hakikat ölçüsü olarak kabul görmektedir. Ayrıca devletlerin ödül karşılığında nüfuslarını arttırmak için vatandaşlarını teşvik etmeleri de bu kapsamda değerlendirilebilir.
2.2. Ekonomik Çokluk
Tekâsür’ün diğer bir anlam alanı ise mal ve servet yani ekonomidir. Bu anlamda kişinin mal ve servetine güvenmesi, ekonomik durumundan dolayı başkalarından üstün olduğunu ifade etmesi ve tutku ile mal ve servetini arttırma girişimleri tekâsür olarak değerlendirilmektedir. Kur’ân ise bireylerin ve toplumların ekonomilerine güvenerek Allah’a kulluk etmemelerini eleştirmekte, bunun yanlış olduğunu vurgulamaktadır. Bu anlamda Kur’ân ekonomik olarak iyi durumda olan birey ve toplumlardan bahsetmekte, onların ticari kazançlarına güvenerek şımardıklarını, sonunda kaybettiklerini haber vermekte; maddi olanakların kıyamet günü bir yarar sağlamayacağını dikkate sunmaktadır.54 Verilen olanakların dünya geçimliği olduğu asıl hedefin Allah’ın katındaki karşılık olduğu, kâfir olarak ölmeleri durumunda yeryüzü dolusu altın verseler dahi azaptan kurtulamayacakları bu âyetlerin verdiği temel mesajdır. Tekâsür sûresini okuduktan sonra Hz. Peygamber’in dile getirdiği şu husus konuyu daha da açıklığa kavuşturmaktadır: “Âdemoğlu, “Malım, malım” der. Ey âdemoğlu! Acaba yiyip tükettiğinden, giyip eskittiğinden ve sadaka verip önden gönderdiğinden başkası senin malın mıdır?”55 Bu hadis insanın elindeki mal ve servetin aslında ona ait olmadığını, bununla övünmenin yersiz olduğunu zira bir gün öleceğini ve her şeyini kaybedeceğini veciz bir şekilde ortaya koymaktadır. Tarih ekonomik kazanımları temel alan bireylerin ve toplumların uğradıkları acı sonuçlar ile doludur. Bu anlamda bireylerin mal ve servet için birçok katliamlar gerçekleştirdikleri bilinmektedir. Devletlerin ise silahlanma yarışı, ekonomik olarak kalkınma, halklarının refah seviyesini yükseltme vb. çalışmalar için giriştikleri savaşlar da bunun bir göstergesidir. Zira devletlerin sadece kendi vatandaşlarını düşünerek, diğer dünya insanlarını umursamadan nice katliamlar yaptıkları tarihen sabittir. Özellikle Fransız devriminden sonra gelişen milliyetçilik akımları, başkalarını ötekileştirme, diğer devletlerin yer altı ve yer üstü sermayelerini sömürme ve neticede patlak veren birinci dünya savaşı hep ekonomik olarak çokluk tutkusu ve sadece kendi milletini üstün görme travmalarının pratik sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu çokluk tutkusu ise insanlığa ancak acı, kan ve gözyaşı yani sadece mutsuzluk vermiştir. Günümüzde ekonomik gücü elde ettiği için Birleşmiş Milletler Teşkilatında veto hakkına sahip olan 5 daimî üyenin dünyayı dizayn etmesi ekonomik çokluk tutkusunun bir sonucudur. Yine yakın zamanda birçok İslam ülkesinin altın, petrol ve doğalgaz zenginliklerinden dolayı dünyanın süper güçleri tarafından işgal edilmesi de bu sonu gelmez çoğaltma tutkusunun bir neticesidir. Meşhur müfessir Fahreddin Râzî (öl. 606/1210) bu sûrenin verdiği mesajı şöyle özetlemektedir: “İnsanın gurura kapılması ve çoklukla övünebilmesi için sahip oldukları ile mutlu olması gerekmektedir. Bu açıdan insana mutluluk veren şey ya kişinin nefsinde ya bedeninde veya bedeni dışarıdan kuşatan şeylerde meydana gelmektedir. Nefiste olanlar bilgi ve ahlaktır ki kişi bununla bekaya ve sonsuz mutluluğa nail olur. Bedende olanlar ise sağlık ve güzelliktir. Bedeni hariçten saran şeyler ise mal ve makam gibi zaruri olanlar birde akraba ve arkadaşlar gibi zaruri olmayanlar olmak üzere iki kısımdır. Bedenin rahatı için gerektiğinde mal ve makam feda edilir. O halde akıllı kişi bütün gayreti ile bir sıralama yapmalı ve en önemli olan değeri diğer önemli gördüğü şeylerden ayırmalı ve ona çalışmalıdır. Buna göre mal, makam, taraftar ve akraba ile övünmek, mutluluk sebeplerinin en düşük dereceleriyle övünmek demektir. Bununla uğraşan kişi ilim, ahlak ve amel gibi en yüksek seciyelerden mahrum kalmaktadır. Bundan dolayı bu sûrede insanın en önemli görevini yerine getirmesini engelleyen kötü hasletler yerilmektedir.
3. Doğru Bilginin Kaynakları
Kur’ân, Tekâsür sûresinde, muhatapları ikna etmek ve muhataplarının zihni ve fikri meleklerini devreye sokmak, işin ehemmiyetini ifade etmek için farklı bilgi kategorilerini kullanmıştır. Bu da Kur’ân’ın bilgiye ve delile verdiği önemi göstermektedir. “De ki: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” Ancak akıl sahipleri öğüt alırlar.”; “Allah’a karşı ancak; kulları içinden âlim olanlar derin saygı duyarlar.” ve “İşte bu temsilleri biz insanlar için getiriyoruz. Onları ancak bilginler düşünüp anlarlar.” âyetleri ilmin, düşünmenin, tefekkür etmenin üstünlüğüne ve bir şeyi bilerek yapmanın daha doğru olduğuna delalet etmektedir. Kesinlik ifade eden ilmin dereceleri üçtür. Kur’ân’ın bu sûrede, kesinlik açısından doğru bilgiyi ifade eden üç kavramdan ilk iki basamağı ifade eden ilme’l-yakîn ( علِ ْ مَ ال َِقین ْ ve ) ِ ی َِقین ْ ْ َن ال َعی ) yakîn-l’ayne ی ِ ( kavramlarını kullandığı görülmektedir. Bu terkiplerde geçen ilk kelime olan ilim, bir şeyi hakikati ile idrak etmek demektir ki bu da gerçeğe uygun kesin inanç ve bilgiyi ifade etmektedir. Yakîn ise ilmin bir sıfatı olup bilgi, marifet vb. bilgi çeşitlerinin üstündeki bir bilgiyi ifade etmektedir. Ayrıca yakîn gerçeğe uygun kesin hüküm, inanç veya bilgi olarak kabul edilmektedir ki Kur’ân bu kelimeyi şüphe, zan, uydurma, tahmin ve vehim kelimelerinin zıttı olarak kullanmaktadır. Terim olarak ise bu terkip, kesin olan aklî ve naklî delillerin ifade ettiği bilgi olarak tanımlanmakta olup, kesinlik açısından ilk basamakta bulunan doğru bilgiyi ifade eden bir tabir olarak kullanılmaktadır. İlme’l-yakîn terkibi Kur’ân’da sadece Tekâsür sûresinde geçmektedir. Katade (ö. 117/735) “ilme’l-yakîn” ifadesini öldükten sonra Allah’ın kişiyi diriltmesi şeklinde anlamıştır. Sana yakîn gelinceye kadar Rabbine kulluk et âyetini referans alan Fahreddin Râzî’ye göre ise âyetteki yakîn ölüm, dirilme ve kıyamet anlamındadır. Zira ölüm ve diriliş gerçekleşince ilim yakîn seviyesine çıkar ve bütün şüpheler ortadan kalkar. Kesinlik açısından bilginin ikinci derecesini ifade eden “ayne’l-yakîn” terkibi ise gözlem, duyular ve tecrübe yoluyla elde edilen, bizzat müşahede sonucu ortaya çıkan ve doğruluğu apaçık olan haber demektir. Bilginin kesinliği açısından son aşamayı ifade eden “hakka’l-yakîn” kulun Hak’ta fena bulması bilgi, hal ve duyular açsından beka bulması ayrıca iç duyu veya iç tecrübe yoluyla ulaşılan ve kesinlik bakımından en son merhaleyi teşkil eden doğru bilgi şeklinde tanımlanmaktadır. Bizzat yaşanarak elde edilen bilgiyi ifade eden bu terkip Kur’ân’da iki yerde geçmektedir. Kesinlik bildiren bilginin üç basamağını şöyle örneklemek mümkündür: Kişinin diğer insanlar gibi bir gün mutlaka öleceğini bilmesi ilme’l-yakin’dir. Zira kişi etrafında bulunan insanların çeşitli sebeplerle öldüklerini, ölümden kaçmanın ve kurtulmanın mümkün olmadığını bilmektedir. Kişinin ölmeden önce melekleri görmesi, yani Azrâil’i müşahede etmesi, kaçınılmaz sonu daha iyi idrak etmesini sağlamaktadır ki bu ayne’l-yakîn’i ifade etmektedir. Azrâil’in kişinin ruhunu kabzetmesi esnasında, kişinin ölüm lezzetini tadıp ölmesi ise hakka’l-yakîn’i ifade etmektedir. Sûrede çoklukla övünmenin yanlışlığı üzerinde durulmuş bu davranışın kişiyi önemli görevlerinden uzaklaştırdığı, netice itibari ile de cehenneme koyduğu vurgulanmıştır. Çoklukla övünmenin sonuçları hem dünyevi hem uhrevi açıdan cehennem hayatını yaşamaktır. Bu gerçeklik ilme’l-yakîn terkibi ile ifade edilmiştir. Kıyamet günü sayısal ve ekonomik çokluğun kişiyi cehennemden kurtaramadığının bizzat kişinin cehennemi görmesi ayne’l-yakîn ila ifade edilmiştir. Yani kişi mal ve evlatların fayda vermediğini cehennem ateşini görünce anlamış olmaktadır. Çoklukla övünen kişi yanlış davranışlarının sonucu olarak cehenneme girdiğinde ise bizzat o davranışının kötü neticesini zerrelerine kadar hakka’l-yakîn derecesinde hissetmiş olmaktadır.
4. Kabir Azabı
Kabir azabının varlığı-yokluğu veya kabir ziyareti ile ilgili rivâyetler makale sınırlarını aştığı için burada ele alınmayacaktır. Kabir azabı hakkında birçok çalışma yapıldığı için burada sadece söz konusu âyetlerin bu anlama delalet edip etmediği üzerinde durulacaktır. Bazı müfessirler Tekâsür sûresinde artarda gelen iki âyetteki ifadelerden yola çıkarak, bu âyet mefhumlarının kabir azabına delalet ettiğini ifade etmektedirler. Böyle düşünenlere göre 3. âyette kullanılan “Hayır; ileride bileceksiniz!” ifadesi kabir azabına, ardından gelen 4. âyetteki “Hayır, Hayır! İleride bileceksiniz!” ibaresi ise ahirette çekilecek azaba işaret etmektedir. Sahih hadis kitaplarında sadece Tirmizî’nin Ṣaḥîḥ’inde geçen bir rivâyet de bu manayı desteklemektedir. Hz. Ali’den gelen bu rivâyete göre o şöyle demiştir: “Tekâsür sûresi nazil olana kadar bizim içimizde kabir azabı ile alakalı bazı şüpheler vardı. Ne zaman ki; “Sayınızın çokluğuyla övünmek sizi oyaladı. Öyle ki, kabirleri ziyaret ettiniz.” âyeti geldi, bu konudaki bütün şüphelerimiz izale oldu.” Bu rivâyeti eserine alan Tirmizî (öl. 279/892) bunun hadis kritiği açısından “garib bir hadis” olduğunu vurgulamaktadır. Garip hadis ise senedinin herhangi bir yerinde râvi sayısı bire düşen hadis olarak değerlendirilmektedir. Hadis âlimi olan Elbânî (1914-1999) ise bu hadis için “isnadı zayıf” kaydını koymuştur. Sahabeden İbn Abbâs da 3. âyetin “Hayır, kabirde başınıza ne azap geldiğini bileceksiniz” anlamında olduğunu ifade ederek bu âyetin kabir azabına delalet ettiğini belirtmektedir. Kur’ân’ı baştan sona kadar tefsir eden ilk müfessir ve tabiînden olan Mukâtil b. Süleyman da bu ifadeleri ölüm anı ve kabirde olmak üzere iki azap şeklinde anlamıştır. Müfessir Taberî’ye (ö. 310/923) göre “Kabirleri ziyaret edene kadar.” âyeti kabir azabına delalet etmektedir. Ona göre Yüce Allah, tutku ile sayısal ve ekonomik çokluk derdinde olup asli vazifelerini yerine getirmeyenleri kabir azabı ile tehdit etmiştir. Dolayısı ile Allah’a kulluk etmeyen, Kur’ân’ın emirlerini ve Hz. Peygamber’in davetini kabul etmeyip çokluk tutkusuna yenilenler ilk azabı kabirde göreceklerdir. Tefsir kitaplarında bu âyetlerin kabir azabına delalet ettiği ifade edilse bile delillendirme yoluna gidilmediği ve “Kîle-Denildi- veya Yukâlu-Deniliyor-” şeklinde ifadelerle aktarıldığı görülmektedir. Bazı müfessirler ise bu âyetleri kabir hayatı veya kabir azabı ile ilişkilendirmemiş, konu ile ilgili rivâyetleri eserlerine almamışlardır. Bazıları ise bu ifadeleri kesin bilgi ve inanç şeklinde anlamış, sûrede verilen mesajları daha iyi anlaşılması için tekit görevi gördüklerini ifade etmişlerdir. Netice itibari ile “Hayır; ileride bileceksiniz!” ibaresinin kabir azabına delalet etmesi, sûredeki cezaların caydırıcılığına da halel getirdiği ifade edilebilir. Zira bu âyetteki ifadelerin “Sayısal ve ekonomik tutkunun sizi düşüreceği sıkıntıları dünya hayatında göreceksiniz ve o zaman bunu daha iyi anlayacaksınız.” anlamında olması daha muhtemel gözükmektedir. Ahirette cehennem azabı olduğu için bu tehdidin dünyadaki bir tehdit olması daha doğru gözükmektedir.
5. Nimetlerin Hesabının Verilmesi
Hayatın hesabını verme, Kur’ân’ın en temel ilkelerinden biridir. Yüce Allah sûrenin son âyetinde “Sonra o gün, nimetlerden mutlaka hesaba çekileceksiniz” buyurmak suretiyle insanların hesaba çekileceği hakikatini bildirmektedir. Bu âyet ile sûrenin ilk âyeti arasında şöyle bir ilişki vardır: “Ey insanlar! Sizi kendine esir edip oyalayan, Allah’a itaat etmekten uzaklaştıran, ibadeti terk ettirip önemsiz işlerle meşgul eden bütün nimetlerden sorguya çekileceksiniz”. Bu âyetin muhatabı hususunda iki farklı görüş vardır. Bunlardan birincisine göre bu âyetin muhatabı inkârcılardır. Zira onlar dünya hayatında kendilerine verilen nimetlerin şükrünü eda etmemişlerdir. İkinci gruba göre ise muhatap hem Müslümanlar hem de diğer insanlardır. Zira kullanılan ifade mutlak olarak gelmiştir. Fakat âyetlerin bağlamına bakıldığında sûrede, ahiret inancını inkâr edenlerin dikkate alındığı, dolayısıyla hitabın inkârcılara yönelik olduğu ön plana çıkmaktadır. Sûredeki ifadelerin sertliği ve tehdit içermesi de buna delalet etmektedir. Zira bu derece dehşetli sorguya çekilme Müslümanlar için söz konusu değildir. Çünkü Müslümanlar, Kur’ân’ı ve Hz. Peygamber’i önemsememenin Allah katında yerilen bir davranış olduğunun ve bu davranışın ancak şirk ehlinden sudur edeceğinin farkındadırlar. Hesabı verilecek nimetler açısından bakıldığında bu âyetin tefsiri sadedinde birçok rivâyetin aktarıldığı görülmektedir. Bu rivâyetlerde yeme, içme, giyim, sağlık, günlük azık, akıl sağlığı, can ve mal emniyeti gibi hususlar üzerinde durulduğu görülmektedir. Bazı tefsirlerde ise bu nimetlerle beraber farkındalık oluşturmak için daha farklı nimetlerin de sayıldığı görülmektedir ki bunlar da İslam, Kur’ân ve Hz. Peygamber olarak sıralanmaktadır. İbn Âşûr’a (1879-1973) göre insanın kendisiyle lezzet aldığı ve ayrılmaz parçası olmayan şeyler nimettir. Bu anlamda ona göre sağlık, duyuların sağlıklı olması, uyku, uyanıklık ve akıl sağlığı nimet kapsamında değerlendirilmez ona göre yeme, içme, duyularla lezzet alma ve güzelliklerle övünme nimet sayılmaktadır. Müminlerin sorguya çekilmesinin amacı onları şükürlerine ve sevaplarına göre ödüllendirmek veya harama bulaşmışlar ise ona göre ceza vermektir. Asıl olan bütün insanların hesaba çekileceği hakikatidir. Konu ile ilgili âyetler ve hadislere bakıldığı zaman, bütün insanların kendilerine verilen nimetlerle orantılı olarak hesaba çekileceği anlaşılmaktadır.
6. Âyetlerdeki Tekrarın Sebepleri
6.1. Kellâ Edatının Tekrarındaki Sebepler
Tekâsür sûresinde kellâ edatı üç kez geçmektedir. Üç yerde de “bilme” fiili ile birlikte kullanılmaktadır. Kellâ edatının tekrarındaki sebepler hakkında şunları söylemek mümkündür: a. Kellâ edatı muhataba iletilmek istenen manayı tekit etmek için kullanılmaktadır. Bu tarz kullanım uyarı üstüne uyarı yapma olup işin ehemmiyeti vurgulanmak istendiği zaman kullanılan bir formdur. b. Bu fiillerin birincisinin muhatabı kâfirler olup tehdit manası barındırmaktadır. Amaç ise onları caydırmak ve sakındırmaktır. Bu fillerin ikincisinin muhatabı ise Müslümanlar olup müjde anlamına gelmektedir. c. Herkes, zulmün ve yalanın çirkin olduğunu; adaletin ve doğrunun güzel olduğunu bilir. Fakat bunların etki ve sonuçlarının boyutunu bilmeyebilir. Kişi yaptığı eylemin iyi veya kötü sonucunun karşılığını bilsin ki ona göre davransın. Bu üç edatın kullanımı ile muhatabın bilmesi istenen şeylerin detaylandırılması söz konusudur. Tekrar bu açıdan gerekli görülmüştür. d. Bazılarına göre ise bu ifadeler tekrar değildir. Bunlardan birincisi kabir azabını ikincisi ise ahiret azabını ifade etmektedir.
6.2. Görme Fiilinin Tekrarındaki Sebepler
Sûrede, “görme” fiilinin tekrar edilişiyle ilgili olarak şu izahlar yapılabilir: a. Kendilerine yapılan uyarılara kulak tıkayan, dinlemek istemeyen ve uyarılardan nefret edenlere yönelik yapılan tehditleri pekiştirmek için bu tekrarlar yapılmıştır. Böylece “Kulaklarınızla duymaya tahammül edemediğiniz azabı gözlerinizle görmek zorunda kalacaksınız.” ifadesi pekiştirilmiştir. Görme fiilinin sonunda kullanılan “tekit nûn’u” da bu anlama delalet etmektedir. b. Çeşitli âyetlerde kâfirlerin cehennemi görmeleri üzerinde durulmaktadır. Bu açıdan sûredeki görme fiilinden birincisi kâfirlerin cehennemi uzaktan görmelerine işaret ederken ikinci görme fiili ise yakından görmelerini ifade etmektedir. c. Sûredeki birinci görme fiili Allah’ın onlara cehennemi göstereceğine dair verdiği sözü belirtirken, ikinci görme fiili ise o söz gereği bütün inkârcıların ayne’l-yakîn cehennemi gözle görmelerini ifade etmektedir. d. Görme fiilindeki tekrar kâfirlerin cehennemde sonsuza kadar kalacağını beyan eden bir kinayedir. Buna göre “Cehennemi mutlaka göreceksiniz.” ifadesi cehennemdeki sürekliliğe delalet etmektedir.
Sonuç
Kur’ân’ın temel ilkelerini veciz bir şeklide ifade eden Tekâsür sûresinin, bazı görüşlerin aksine içerik ve üslup olarak erken dönem Mekkî sûrelerden olduğu görülmektedir. Nüzul sebebi olarak tefsir kitaplarında geçen rivayetlerin, sahih hadis kitaplarında yer almadığı, ayrıca zaman ve mekân açısından bazı rivayetlerin sûrenin içeriği ve nüzul zamanı ile uyuşmaması, sûrenin nüzul sebeplerinden bağımsız olarak nazil olduğu kanaatini güçlendirmektedir. Sûre, insanın içine düştüğü sayısal ve ekonomik yarışların yanlışlığını ortaya koymak ve insanları caydırmak için baskın bir şekilde korkutma ve tehdit dilini kullanmaktadır. Sûre, insanın sahip olduğu maddi varlıklar ile yaratıcısı arasındaki ilişkileri düzenlemektedir. Buna göre insan, dünya hayatının geçici varlıklarına karşı net bir duruş sergilemeli ve dünyevi varlıkların yaratıcısı ile ilişkisini kesmesine zemin hazırlamamalıdır. Bu gerçeğin anlaşılabilmesi için insanın akli ve ilmi meleklerinin devreye konması istenmektedir. Bundan dolayı sûrede sürekli bir şekilde bilgi ve çeşitlerine göndermeler yapıldığı görülmektedir. Zira bilen ve işin farkında olan insanın Rabbini unutması, sayısal ve ekonomik çokluk tutkusu ile övünmesi söz konusu değildir. Sûredeki “Hayır; ileride bileceksiniz!” âyetinin kabir azabına delalet etmediği aslında bu âyetin insanın kendi yaptıklarının ağır neticesini daha dünya hayatında iken göreceğini bildirmektedir. Bu açıdan söz konusu ayetin kabir azabına delalet ettiği şeklindeki görüşün bu sûreden çıkarılması mümkün görülmemektedir. Yukarıda da ifade edildiği gibi insanlara verilen mal ve evlatlar birer kazanım değil, birer imtihan sebebidir. Verilen mesajın etkili olabilmesi için Arap dilinin “tekrar etme” ve manayı kuvvetlendirecek “tekit edatları” gibi argümanlarının kullanıldığı görülmektedir. Sûrenin son kısmında ise yüce Allah’ın insanlara verdiği nimetler hatırlatılmakta bu nimetlerden dolayı mutlaka sorguya çekilecekleri bildirilerek çoğaltma (çokluk) tutkusuna son verilmesi istenmektedir. Başta İslam, Kur’ân ve Hz. Peygamber’in rehberliği gibi nimetler olmak üzere yeme, içme, sağlık gibi maddi manevi bütün nimetlerin hesabının sorulacağı söz konusu ayetten anlaşılmaktadır.
Yorum Sayısı : 0